Namık Kemal’in 19. Yüzyılın sonlarına doğru Mağusa Kalesi’ndeki sürgün hayatı 38 ay sürdü.
Mezara benzeyen küçük taş hücre, yaşanacak yer değildi.
Kale topçular için yapılmıştı, oturulmuyordu.
Rutubet ve soğuk her gece onu bitiriyordu.
Pek çok kez sıtmaya yakalandı, kuyu suyu içti. Yiyecekler çok pahalıydı.
Adada bir süvari yüzbaşısı, dört süvari ve iki topçu erinden oluşan yedi kişilik bir güvenlik vardı.
Kapısının önünde iki nöbetçi bulunuyordu. Yalnızdı. Yılanlarla, kertenkelelerle, fare ve pirelerle arkadaş oldu. Karınca besledi.
Mağusa’da en çok olan, zamandı; tüm uğraşını edebiyata ayırdı.
“Akif Bey”, “Gülnihal”, “Zavallı Çocuk”, “Kara Bela” gibi önemli eserlerini burada yazdı.
Sürekli ailesine, dostlarına mektuplar kaleme aldı. Tesellisi, gelen mektuplar ve kitaplardı.
Edebiyat, sıkıntılarını azalttı. Bir de çığlık niteliğinde yazdığı şiirler vardı. Yaşadıklarından dolayı kuşkusuz üzgündü, ailesinden, dostlarından ve gazetecilikten uzaktı.
Ailesi parçalanmıştı, maddi sıkıntıları vardı.
Peki en çok neden şikayet etti biliyor musunuz?
Daha doğrusu böyle bir ortamda Kıbrıs’ı nasıl tanımladı?
“Bir sivrisinek, bir dedikodu…” dedi Namık Kemal…
Zaman içinde bilim gelişti, sivrisinekle mücadele etmenin yolunu buldu Kıbrıslılar.
Ama dedikodu içten içe bu toplumu çürüttü.
Bugün ne hukukta, ne siyasette, ne ekonomide, ne de özel yaşamamızda dedikoduyu bir kenara bırakıp üretemiyoruz.
Üretenleri de yarattığımız dedikodu depremiyle bir enkazın altında bırakmaya çalışıyoruz.
Korkunç bir kıskançlıkla hedef haline getiriyoruz…
Başarılı siyasetçileri, sendikacıları ve işadamlarını hedef alıp, dedikodu depreminin altında bırakıyoruz.
Gün geçtikçe kimsenin aynaya bakmaya cesaret edemeyeceği bir toplum haline geliyoruz.
İncil’de yazılı ünlü bir anekdottur.
Zina yaparken yakalanan bir kadın İsa’nın huzuruna getirilir ve onun taşlanarak öldürülmesi talep edilir.
İsa bunun üzerine şöyle der: “Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!”
İsa hepsine bir ayna doğrultur. Kimse ona o taşı atmaya cesaret edemez.
Uzağa gitmeye gerek yok, şöyle bir en yakın çevremize bakalım. İnsanlar taşları ellerinde bekliyorlar. Birisini yargılamak ve ilk taşı atmak için damarlarında hızla akan vahşi bir hırsla yerlerinde duramıyorlar.
Ve ne yazık ki bazen en yakınınızdaki kişi atıyor size ilk taşı.
Taş atmakla da kalmıyorlar, yalnızca kafanız dışarıda bütün vücudunuz toprağa gömülü bir durumda beklerken, koca kayaları yuvarlıyorlar üstünüze.
İsa eğer bu çağda Kıbrıs’ta yaşasaydı ve aynı olay içinde yaşadığımız konjonktürde gerçekleşseydi, yanında bulunanlar yalnızca kadına taş atmakla kalmazlar, onu parça parça ederlerdi.
Peki biz nasıl bu hale geldik?
Bence şimdi muhasebe zamanı.
Ne dersiniz?