Churchill’in sömürgeci ve kibirli kuzeni, madencilerimizi böyle anlatmış!

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Size bugün Zonguldak’a 1925 yılında gelmiş ve izlenimlerini alaycı ve son derece küstah bir şekilde anlatmış olan bir kadından bahsetmek istiyorum. Bu kadın aynı zamanda Winston Churchill’in kuzenidir. Yani bir İngiliz. Kadının adı Clare Sheridan.

Clare Sheridan’in bir misyoner olduğu hatta bazı yazarlarca “casus” olduğu yazar. Kuzeni Churcill’den duyduğu lafları Ruslara söylediğini bahsedenler olduğu gibi; bazı yazarlar da İngilizlerin bilerek yanlış bilgiler verdikleri yöndedir.

BARTINSTAR/TARİH/HAYATİ YILMAZ

Clare Sheridan aslında bir heykeltıraştır. Bu sayede kültür ve sanat gezileri düzenlemiş, ülkemizin yanında bir çok yere gitmiş, bu gezilerini kitaplaştırmıştır. Türkiye hakkındaki çıkardığı kitap “A Turkish Kaleidoscope” adındadır. 1926’da yazılan bu kitap ülkemizde 2012 yılında “Sade Türk Kahvesi” adı altında yayınlanmıştır. Bu kitabın “Sade Türk Kahvesi” adı altında çıkartılması da çelişkidir. Zira “Kaleidoscope” kahve değil çocukların eğlence amaçlı kullandıkları bir dürbünün adıdır. Yani Sheridan’ın çıkardığı bu kitabın adı da alaycıdır.

Clare Sheridan (Klara Sheridan) Türkiye gezilerinde Karadeniz kıyılarını baştan sona gezerek bu kitapta yer veriyor. Tabi bizim için önemli olan Zonguldak izlenimleri.

İngiliz kibri ve egosu ile kaleme aldığı bu kitapta ki üslubun ve kibrin nasıl bir boyuta çıktığını dilerseniz Mustafa Kemal‘in “Şapka Devrimi” sırasında yurt gezilerini anlatımında ki cümlelerinden anlayalım.

Sheridan’ın Anadolu gezisini yaptığı yıllar Şapka Kanunu’nun uygulanmaya başladığı yıllardı. Gazi Mustafa Kemal çıktığı yurt gezisinde kılık kıyafet hakkında girişilen yenileşme çabalarını halka anlatıyor, modernleşme yolundan artık geri dönüş olmadığını belirtiyordu:

Klara Sheridan bunu söyle yazıyor;

“Gözümün önüne şapkalı Türkler geliyor; her türlü Türk her türlü şapka takmış vaziyette! Türkiye’ye geldiğimden beri tanıdığım çeşitli mesleklerden birçok Türk’ü hayal ediyorum. Madenciler bile istemeye istemeye de olsa kafalarından sarıklarını çıkartmak zorunda kalacaklar. Gönülsüz olacaklardır, çünkü bu madenciler yatak yerine bomboş örtüsüz tahtalara uzandıklarında sarıklarını yastık olarak kullanıyorlardı. Ama aynı adamlar, yataklarında döşek veya yastık olmasa da yanlarında şapkaları olduğu için kendilerini çağdaş hissedip içlerini rahatlatabilirler.”

İsterseniz lafı fazla uzatmadan Klara Sheridan kitabından Zonguldak hakkında yazdıklarını size aktarayım.

Konstantinapol’den (İstanbul’dan bahsediyor) Rusya sınırına kadar, Karadeniz kıyısındaki bütün limanlar, her şeyden çok, ülkenin ne kadar fakir, halkınınsa ne kadar zengin olduğunu ortaya koyması bakımından önemli.

Türkiye’nin ticari hayatında hayati bir yere sahip olan (İzmir limanı yandığından beri) bu limanlar, rüzgârın ve hava şartlarının insafına terk edilmiş durumda. Zonguldak hariç hiçbirinde, bir demiryolu hattı ve gemilerin sığınabileceği bir yer yapılmamış.

Bazen, gemiler kıyı ile bir iletişim kuramadan bir hafta boyu açıkta demirledikleri olur. Sonunda, bu gemiler zayıf düşmüş bir halkın bu verimli topraklarda kendilerine yetecek kadar yetiştiremediği, onlar için çok kıymetli olan erzakı boşaltamadan uzaklaşmak durumunda kalır. Gemi, dönüş yolunda bu limana yeniden uğradığı zaman, hava koşullarının yük boşaltılmasına elverişli olması için Allah’ın merhametine ve şanslarına güvenirler.

Eğer taaa! başından beri “modernleşme” vs. gibi Türk sloganlarına kanmamışsanız, iş hayatının bu ilkel koşullarda yürütülüyor olmasına da pek şaşırmazsınız.

Devletin hiç parası olmadığı, hatta muhtemelen gelecekte de olmayacağı bir gerçek; öte yandan, Hükümetin ısrarla yabancı sermayeyi ülkeye davet etmesine rağmen, burada ticaret yapabilecek kadar maceraperest olan kimi yabancı firmaların çok elverişsiz koşullar altında çalışmak zorunda kaldıkları da bir gerçek. Türkler, işin kolayına kaçarak, geçmişte kendi durumlarını düzeltememiş olmalarının sebebi olarak Yabancı Güçleri ve özellikle de o nefret ettikleri “Kapitülasyonları” gösteriyor iseler de aslında kendi kendilerini ve yapmakta oldukları şeyleri de yargılamaları doğru olacak.”

(Clare SHERIDAN burada Osmanlının son dönemlerini kapitalistlerin değil Türklerin kendi hatalarından dolayı çöktüğünü ve Cumhuriyet`in ilk yılarında da bunun devam ettiği fakat bundan sonrada devam edeceğini ve Cumhuriyetçilerin bunu başaramayacağından bahsederken, aslında ileride olacaklardan habersiz kibirlice bir üslupla dile getiriyor. Neyse kitaba devam edelim ;)

“Savaştan önce Zonguldak kömür madenleri Fransız Heraclee Şirketi tarafından, (geliri kendilerine kalmak üzere) işletiliyordu. Halen bile, bu küçük kasabanın modernizm adına övünebileceği ne varsa, hepsini bu şirketin savaştan önce yaptığı yatırımlara borçlu.

Ana caddeden geçerek tepedeki maden ocaklarıyla iskeleyi birbirine bağlayan demiryolu ile dalgakıran Fransızlar tarafından inşa edilmiş.

Her tarafta çiçeklerle dolu beyaz duvarlı bahçeleri olan, bembeyaz villalar ve bunları birbirine bağlayan taş döşeli yürüyüş yolları görülüyor. Bu villalar, Fransız kolonisinin evleri.

Türk yetkililer şirketin çok fazla Fransız teknisyenini işe aldığından yakınıyorlar. İyi ama bu ülkede Türk teknisyen öylesine az ki!

Yeterince vasıfsız işçi bulunamadığı için madenler büyütülemiyor. Bu konuda Türkler sayıca az oldukları gibi, yabancıların çalışmasına da izin verilmiyor.

Başmühendis(Bir Fransız), beni madenin üst tarafına götürmek için “hususi” bir tren çağırttı! Gidilecek mesafe yalnızca üç kilometreydi. “Hususi” tren, pencerelerinde cam yerine demir parmaklıklar olan, ahşap sıralarında ve zemininde parlak renkli kilimler serili bir vagondan ve bir lokomotiften ibaretti. Yolun ortasında, işçinin biri, “hususi” trenimizi durdurup içine atlayıverdi. Fransız’ın öfkeden köpürüp hiçbir şey yapamaması çok komikti. Çünkü yetkililerin işçiler üzerinde bir idari yaptırım gücü yok. Bizim trenin makinisti de Türk olduğundan, doğal olarak, Türk kardeşinin ricasını kıramazdı, treni durdurmakta bir sakınca görmemişti.

Yolun sonunda kendimizi yemyeşil ağaçlarla kaplı bir tepede bulduk; görünürde, yakınlarda bir maden ocağı olduğunu gösteren hiçbir iz yoktu. Komşu tepedeki madenin kömürleri, kocaman kovalara dolduruluyor ve havadan kaydırmalı bir sistemle bu noktaya getirilip, burada, paçavra bohçalarını andıran sarıklı ve sakallı madenciler tarafından boşaltılıyordu.

Rehberim, madencilerin sırf kendileri için yaptırılmış olan banyolardan istifade etmemesinden şikâyetçiydi; oysa açıkça görülüyordu ki, madenciler bu paçavraları üzerlerinden bir kere çıkarttılar mı bir daha giyebilmelerinin imkânı yoktu.

Bu işçiler mısır unundan yapılmış bir tür kek (burada Zonguldak yemeği Malay`dan bahsediyor) yerler. Bu keki az bir suyla ıslatıp, kısık ateş üzerinde ısıtır, sonra da iki taş arasında yassılaştırırlar. Nadir olarak, bu kekle beraber yemek için bir tane soğan satın alırlar. Kendileri için bir lüks olarak gördükleri bu soğanın, tepesindeki küçük yeşil saptan, cücüğüne kadar tamamını bitirirler. Bazıları çiftlikten bir çuval un getirir; böylece madende geçirecekleri üç ay boyunca yiyecek almak için bir kuruş harcamamayı başarırlar.

(Burada yabancıların Zonguldak halkını nasıl sömürdüğünden değil, işçinin aldığı cüz’i miktarda ki yevmiyeleri ve 9 ay boyunca çalışmayacaklarını hesaba katmayarak onları cimrilikle itham ediyor)

Zonguldak’ta Gürcistan-Türkiye sınırından gelen ve farklı bir ırk olan Lazlar, daha yüksek bir hayat standardına sahiptir, bu nedenle daha kuvvetli ve dayanıklıdırlar.

Anadolu insanını üç aydan daha uzun bir süre madende kalmaya ikna edemezsiniz. Bu sürenin sonunda ve yemek için hemen hemen hiç para harcamadan, günde bir lira kazanmış olarak çiftliklerine dönerler ve kalan dokuz ayı bu üç ay zarfında kazandıkları parayı yiyerek geçirirler. Kendisinin çiftlikte olmadığı süre boyunca, madencinin birkaç karısı ve bütün çocukları çalışır ve çiftliği çekip çevirirler. Birden fazla kadınla evli olmak, öyle sanıldığı gibi masraflı bir şey değildir; tam tersine, her kadın, çiftlikte bedavaya çalışarak evde tutulmalarının hakkını verir.

Maden şirketi bu geçici işçilere kalacak yer temin eder. Bu yer, üzerlerine yan yana altı erkeğin yatmak zorunda olduğu geniş tahta yatakların durduğu bir takım ahşap barakalardan ibarettir. Adamlar çarşafsız, yastıksız, battaniyesiz, üstlerini değişmeden öylece yatıverirler.

Bir defasında, bu yataklardan birinin üzerinde, beline kadar soyunmuş bir adam görmüştüm. Oturmuş, üzerindeki paçavraların üzerinden böcek ayıklıyordu. Anlaşılan, koşullar, insanların durumlarından rahatsızlık duyacakları kadar kötüye gidince, kıyafetler çıkartılıp savaş başlatılıyordu; ama hiçbir cana kıyılmayan bir savaş. İşçi, böcekleri nazikçe başparmağıyla işaret parmağı arasına alıyor ve yandaki rafın üzerine bırakıyordu.

(Bence burada maden işçisi kadın ile dalga geçmiş)

Yaz gelip de barakaların içi havasız olmaya başlayınca, ikide bir açıp kapatma zahmetine katlanmaktansa, adamlar camları ve kapıları kırıyorlarmış. Şirket her sonbaharda barakalara yeni kapı ve cam taktırmak zorunda kalıyormuş.

Hıristiyanlıkla ilgili pek çok şeyin harabeye çevrildiği bir ülkede, bir manastır okulunu görmek beni çok şaşırtmıştı. Şirket, çalışanların çocuklarını yollayabilmesi için okula parasal destek sağlıyordu;(zamanın Fransız Zonguldak Kolej Okulu) ama yarı-özel bir okul olmasına rağmen yine de resmi denetime tabi olmak zorundaydı. Müdürün özel odası hariç, hiçbir yerde haç, çarmıh figürü, dinsel içerikli bir resim veya herhangi bir Hıristiyanlık sembolünün asılmasına izin verilmiyordu. Dini okulların ancak ve ancak bu koşullar altında eğitim vermesine müsaade ediliyordu. Ama Hıristiyanlık sembollerinden böylesine uzak durmak isteyen Türkler, dini okulların sunduğu eğitimden faydalanmak konusunda oldukça atak davranıyorlardı.

(Misyoner yazılar)

Bursa gibi, nispeten gerici şehirlerin valileri bile kızlarını rahibeler tarafından eğitilmek üzere bu okullara yollamıştı. Ayrıca, bu tür okulların olmadığı yerlerde veya manastırların veya Hıristiyanlık eğitimi veren okulların kapatıldığı şehirlerdeki elit Türkler bu durumun çocukları için büyük bir kayıp olduğunu söyleyip, dövünüyorlardı.

Zonguldak’ta ayrıca, maden işçilerinin ve yöneticilerinin faydalanması için rahibelerin işlettiği bir hastane vardı. Türk doktorlar bile hastanenin böyle pırıl pırıl olmasından etkileniyorlardı. Okuldaki koşulların aynısı burası için de geçerliydi. Duvarlara bir tane bile dini amblem asılamıyordu. Görüp görebileceğiniz tek sembol, bembeyaz kıyafetler giyen bu Fransiskan kilisesi rahibelerinin göğüslerine iliştirilmiş haçlardı.

Rahibelerden biri öylesine genç ve güzeldi ki; sanki mucizeden fırlamış gibi gözüküyordu. İş kazası geçirenlerin koğuşunda çalışıyordu. Bu koğuşta, hayatlarında ilk kez beyaz çarşaflar üzerine uzanmış, yüzlerinden mutlu oldukları anlaşılan, beş altı tane Anadolulu madenci yatıyordu; aralarında dolaşan genç rahibe ise beyaz bir zambağı andırıyordu.

Işık geçirmeyen simsiyah çarşafların arkasına saklanmış Türk kadınları ile beyaz örtüleriyle ne kadar özverili oldukları yüzlerinden okunan bu rahibeler arasında tam bir tezat vardı. Hıristiyanlık propagandası bundan daha incelikli yapılamazdı.

Konstantinapol’den gelirken ilk liman olan Zonguldak’ın zihnimdeki yansıması şu oldu: Medeniyetin küçük ve gözlerden uzak kalmış ileri karakolu.

***

İşte görüyorsunuz Klara Sheridan adlı bu kadının bir İngiliz kibirliliği ve Cumhuriyetin kurulmasının aslında onlar için son derece itici olduğu, bir İngiliz olmasına rağmen halen, sırf Hristiyanlık övgüsü yapacağım diye Fransızların yaptıkları şeylerden övünmesi; bunlardan bahsederken Zonguldak`ı da Hristiyanlığın ileri karakolu şeklinde belirtiyor.

Yani kısacası; Türklere sözüm ona modernliği Cumhuriyet ya da Mustafa Kemal getiremez. Bunu ancak kendileri getirebilirdi. Zaten Osmanlının son dönemlerinde yaptıkları misyonerlik faaliyetlerine de atıfta yapıyor.

Emperyalistlerin Türk topraklarında ki nimetleri sömürürken, kendileri için yaptıkları tenis kortları, sinemalar, binalar vb. Bunları; isçileri zor şartlarda çalıştırarak sefalete sürüklerken, kazandıkları parayla onların şehrinde ihtişamlı yaşantılarını modern olarak gösteriyor ve bu modernliği de Hristiyanlığın karakolu olarak gösteriyor.

Zira bir şekilde haksız da sayılmaz. Zira 1936`da tamamen Zonguldak ayrılmak zorunda kalan ve madenlerin Devletleştirme aşamasında Fransızların yerini Türk ittihatçı kafalar almıştır.

Tenis kortlarından, Fener lojmanlarından, gazino ve eğlence mekânlarından; maden ocakları geliri ile çalışan cemiyetlerinden, özel okullarından bu ittihatçı kafalar yararlanmıştır. Maden işçileri yine Zonguldak şehrini bile görmeden köylerine geri dönmüşlerdir.

Zonguldak her zaman sadece yer altı ve yer üstünde ki yaşam farklıklarında değil, bu iki katlı şehirde, sosyal yaşamda da aşağıdakiler ve yukarıdakiler şeklinde yaşamıştır.

HaberHayati Yılmaz/Zonguldak Tarih. (Zonguldak Pusula)

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
vir_sl_
Virüslü
Churchill’in sömürgeci ve kibirli kuzeni, madencilerimizi böyle anlatmış!

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir