1. Haberler
  2. GÜNDEM
  3. Sırası gelen gidiyor

Sırası gelen gidiyor

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Rahmetli annem sela (salâ) verildiğini duyduğunda belediye hoparlörüne kulak kesilir, balkona çık da dinle bakalım kim ölmüş derdi ve hemen ardından da ‘sırası gelen gidiyor’ diye konuşurdu.

Kader demek istiyordu.

Bir başka deyişle alın yazısı.

Buna inanmak lazım.

Herkesin bir sırası var yani.

Bunun yaşla başla veya hastalıkla sağlıkla bir ilgisi yok.

Er veya geç.

Yaşlı ya da genç, sağlıklı veyahut hasta.

Hiç fark etmiyor.

Bir sıra var.

Kiminin ki erken, kiminin ki geç.

Bazılarının ki hastalıktan bazılarının ki sağlıktan.

Bir sürü hastalığı olan kişiler yaşarken, sapa sağlam izbandut gibi adam bir bakmışsınız küt diye gidivermiş.

Kimin ne olacağı, ne zaman gideceği belli olmuyor.

2004’ten 2016’nın martına, ölünceye kadar yatağa bağlı yaşayan annemi şekeri 24 ve 37’den koma halinde iki kere hastaneye yetiştirdik, öbür tarafa gitti geldi, bu halde geri döndü de konuşarak ve öncekilere göre daha iyi gittiği son seferde ertesi güne çıkamadı.

Sırası gelen gidiyor demişti rahmetli annem.

Ve sırası gelince kendisi de gitmişti, arkasında bıraktıklarına bir veda bile etmeden, edemeden.

Bugünlerde adeta yaprak dökümünü andıran ölümleri de böyle açıklamak lazım herhalde; “Sırası gelen gidiyor”

Fikret Ercan, Nurten Demirok, Nurettin Erol, Turhan Işık, Faruk Fırıncıoğlu ve Cahit Aldatmaz…

Birbiri ardına gelen bu ölümler, bu acı kayıplar şehirde derin üzüntüler yarattı.

 

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

 

Fikret Ercan ile 1994’teki belediye başkan adaylığı döneminde başladı tanışıklığımız.

Hergün sokakta karşılaşır, selamlaşırdık.

Yılların siyasetçisi tüccar Nurten Demirok’la ne zaman konuşsak eski patronum Sadi Çınçın’ın kulaklarını çınlatırdık.

Mutlaka onu sorar, eski günlerden bahsederdi.

Valiliğin ilk Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü Nurettin Erol ile emekli olduktan sonra da görüşüyorduk.

İki ay önce Başsavcı ziyaretinde de bir arada bulunmuştuk.

Turhan Işık, 90’lı yıllarda temsilciliğini yaptığım Zonguldak Adalet Gazetesinin abonesiydi.

DYP Merkez İlçe Başkanlığı yaptığı dönemde çok beyanatını almışızdır.

Eski Belediye Başkanımız Davut Fırıncıoğlu’nun kardeşi Faruk Fırıncıoğlu ile ne zaman karşılaşsak siyaset konuşurduk.

Faruk abi ile özellikle seçim zamanlarında yaptığımız sohbetler sonuca yönelik önemli analizler içerirdi ve genelde doğru çıkardı.

Cahit amcayı da 90’lı yıllardan bu tarafa tanırım.

Yusuf Aldatmaz ile olan arkadaşlığımızdan dolayı samimiyetimiz vardı.

Son günlerde kaybettiklerimizin hepsiyle dostluğumuz, sohbetimiz, muhabbetimiz vardı.

Her biri ayrı bir acı kayıptır Bartın için.

Allah rahmet eylesin.

Nur içinde yatsınlar.

Hayat işte.

Bir varmış, bir yokmuş.

Masal gibi.

 

ÖLÜMLERDEN İBRET ALMAK

 

Nurettin Erol’un cenazesinde mezarlıkta defin sırasında dua okuyan hoca, ders olsun manasına, ölümlerden ibret alalım ve ona göre yaşayalım dedi.

Çok önemli bir söz bu.

Annemin mezarını her ziyaret edişimde yerin altında ayrı bir dünya olduğu hissine kapılırım.

Üstte ayrı, altta ayrı, iki farklı dünya.

Birini biliyoruz, yaşıyoruz.

Diğerinde ne olup bitiyor görmedik, bilmiyoruz.

Ama kutsal kitabımızda yazıyor.

Bize yolu gösteriyor.

Nasıl davranmamız gerektiğini söylüyor.

Keşke bunları yapabilsek.

 

İBRETLİK BİR HİKÂYE

 

Hoca ölümlerden ibret alalım dedi ya, işte size Tolstoy’un ‘İnsan ne ile yaşar’ isimli kitabından ibretlik bir hikâye.

Daha iyi bir hayatın özlemi içindeki çiftçi Pahom, uzak yerlerin birinde cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duymuş ve bu fırsatı değerlendirmek istemiş.

Herkese istediği kadar toprak veren reis Pahom’a ‘Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar yürüyerek kat ettiğin bütün yerler senin olacak ama bir şartla; güneş batmadan yeniden başladığın yerde olacaksın. Yoksa hakkını kaybedersin’ demiş.

Pahom güneşin doğuşuyla birlikte yürümeye başlamış.

Tarlaları, bağları, bahçeleri geçmiş.

‘O bağ, bu bahçe, şu tarla’ derken güneşin batmasına az bir zaman kala ayak bastığı toprakları sahiplenebilmek için var gücüyle koşmaya başlamış.

Sonunda bitap düşmüş.

Ayakta duracak hali kalmamış ve güçlükle yürümeye devam ederken, burnundan kan gelmiş.

Tam başladığı noktaya yaklaşırken, bir anda yere yığılmış ve bir daha kalkamamış.

Pahom oracıkta ölmüş.

Olanları atının sırtında bir tepeden seyreden reis, daha önce birçok defa şahit olduğu olayın tekrar yaşanmasından dolayı üzülmüş.

Adamlarına mezar kazdırır. Pahom’u gömerler.

Reis Pahom’un mezarının başında şöyle der: ‘Bir insana işte bu kadar toprak yeter’

ÇALIŞAN GAZETECİLER

Belediyeden Emircan Sucu arayıp da 10 Ocak’ta basına yönelik yemekli bir toplantımız var, seni de bekliyoruz deyince ‘o gün Çalışan Gazeteciler Günü, ben ise çalışmayan gazeteciyim’ dedim, orada ne işim var manasına.

Sen değerli meslek büyüklerimiz Erkan Aşçıoğlu ve Çetin Asma gibi isimlerin sınıfındasın dedi Emircan.

Yani bana dinazor diyorsun öyle mi dedim gülerek.

Karşılıklı gülüştükten sonra tamam, genç dinazor olarak aranızda bulunurum öyleyse dedim.

Emekli bir gazeteci olarak bir kenara çekildiğim için böyle toplantılarda her ne kadar kendimi ‘kuru kalabalık’ olarak görsem de hatırlanmak, aranmak, sorulmak, davet edilmek, duayen gazeteci ve araştırmacı yazarlarımızla yan yana olmak güzel bir şey tabii ki.

Güzel olan bir şey daha var, o da; bu tür toplantılar vesilesiyle şehrin sorunlarından uzak kalmamak, meslektaşlarımızla ve yöneticilerimizle bir arada olup fikir alışverişinde bulunmak.

Gazetecilik bir de öyle kolay kolay kopulacak bir meslek değil.

Çevremizdeki olayları, haksızlıkları, eksikleri, gedikleri, yalanları, yanlışları görüp de görmezden gelmek zor.

Öyle ya hep tribünden bak bak, nereye kadar.

Gerçi tribünde değilim balkondayım ama olsun insanın yine de bazen canı sıkılıyor.

Arada bir sahaya inmek lazım.

Bir yanım yaz diyor, diğer yanım amaaaan boşver, 30 yıl yazdın da ne oldu diyor.

Hattızatında Türkiye de gazeteciliğin akıntıya kürek çekmekten bir farkı yok.

Bizim yaptığımız da kendi kendimizi tatmin etmekten başka bir şey değil.

Kendi kendimizi, bilgilenmek isteyen ve gazete okumanın önemini bilen az sayıdaki gerçek gazete okurunu ve gazeteye destek olan çevreleri (aboneleri, reklam verenleri ve de avanta verenleri) tatmin ediyoruz demek daha doğru olur sanırım.

Okumayan bir toplumda gazetecilik yapsan ne yapmasan ne.

Kendimiz söyleriz, kendimiz dinleriz.

Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmez.

 

KÜLTÜR MESELESİ

Kimse kusura bakmasın ama bizim milletimiz okumaya değil de duymaya meyilli.

İşte gazete, kitap tirajları, okuma oranları ortada.

Sizin de bildiğiniz gibi yerlerde sürünüyor.

E canım sen ona ne bakıyorsun, millet internetten okuyor artık diyebilirsiniz.

Ben de size o zaman Japonya’da, Amerika’da, İsviçre’de, İngiltere’de, Almanya’da ve daha pek çok ülkede internet, sosyal medya yok mu da bazı gazeteler günlük 10 milyondan fazla tiraj yapıyorlar derim.

Bunun internetle veya sosyal medya ile ilgisi yok.

Bu tamamen kültürle alakalı bir şey.

Okuma kültürü diye bir şey var ve biz bunu ne yazık ki kazanamamışız.

Bizim insanımız okumuyor, kulaktan dolma hallediyor bilgilenme ve bilgilendirme işini.

O onu demiş, bu bunu demiş.

Ayaklı gazete durumu yani.

Tabii gazete okuma oranının son derece düşük olmasında (81 milyonluk koca ülkede ilk üçte son durum Sabah 271 bin, Hürriyet 253 bin, Sözcü 250 bin-üstelik bunlar tiraj, yani baskı adedi ve iadelerle birlikte okur sayısı 200 bini ya geçer ya geçmez. Yerel gazetelerin tirajı da yok denecek kadar az) gazetecilerin de payı var.

Bazı meslektaşlarımızın, bazı gazetelerin yanlış işlere bulaşması, verilen avantaları havada kapması, yağdanlık olması, destekle beni-destekleyeyim seni durumları, taraflı yayınlar, ahbap-çavuş ilişkileri, ilkesizlik, çizgisizlik basının itibarını sarstı, inanılırlığını, güvenilirliğini kaybetmesine yol açtı.

 

ELEŞTİRİ SANATI

 

Öyleleri var ki;

Hiçbir şey olamayanlar gazeteci oldular.

Gazetecilik her isteyenin içine girip yapabileceği, ortada gazeteciyim diye dolaşabileceği bir meslek haline geldi.

Parayla yazmalar, sipariş haberler başladı.

Gazeteciliği avantacılık mesleği olarak gören bu zihniyettekilerin de çabalarıyla seviye giderek daha aşağılara düştü.

Seviye düşünce tiraj da düştü.

Zaten okuma kültürü yok, bir de bunun üzerine bunlar olunca bugünkü tablo kaçınılmaz oldu.

Çocukluğumda, gençlik yıllarımda hatırlıyorum da Günaydın, Hürriyet gibi tirajı bir milyonun üzerinde olan gazeteler vardı.

Bu bile yeterli değilken bu rakamdan 200 binlere gerilediysek suçu tabii ki kendimizde de aramalıyız.

Bahçemizi, kapımızın önünü süpürseydik, süpürebilseydik belki inanılırlık, güvenilirlik liginde sonlarda olmazdık.

Ben gazeteciliği eleştiri sanatı olarak bilirim, öyle tarif ederim.

1989’dan 2018 martına kadar yaklaşık 30 sene süren meslek yaşamımda da öyle yaptım, yapmaya çalıştım.

Şeyh-ül Muharririn unvanına layık görülmüş tek yazar olan Türk basınında fıkra türünün ilk temsilcisi Burhan Felek de aynı düşüncedeymiş ki gazetecilik “ayıp aramaktır” demiş.

Demek ki üstadımızla aynı düşüncedeymişiz.

Elbette olumlu şeyler de yazılacak ama öncelik olumsuzlukların olmalı ki daha sorunsuz bir toplumda yaşayabilelim.

Gazetecilik ne yazık ki günümüzde avantacı zihniyettekiler ve yandaşlar arasında tam aksine “ayıp kapamak” olarak biliniyor, yapılıyor.

Arz talep meselesi tabii.

İşin bir de bu yönü var.

Çıkar çevreleri kullanışlı gazetecileri hep sevmişlerdir.

Al gülüm ver gülüm durumu yani.

Öyle olunca da böyle oluyor işte, tirajlar yerlerde sürünüyor.

Rakamlar bile tek başına gazeteciliğin ne halde olduğunu gösteriyor.

Çalışan Gazeteciler Günü kutlu olsun.

 

KİTAP FİYATLARI

 

Gazete ve kitap okuma oranının düşük olduğu bizim gibi bir ülkede kitap fiyatları ayrı bir dert.

Kendini okutturmayı bilen iyi bir yazarın kitabını almaya kalksanız artık 40 liradan başlıyor.

Yayınevleri dolardaki yükselişleri fiyatlara yansıtmış.

Daha önce 20 veya 30 liradan basıp piyasa sürdükleri kitapları kur farkı bahanesiyle 40-50 liraya çıkarmışlar.

Bugünlerde Jo Nesbo diye bir yazara takıldım.

Norveçli polisiye yazarı.

Adam peşine taktı bizi götürüyor.

Şu ana kadar, kısa süre içinde 5 kitabını okudum.

Daha 10 kitabı var Türkçe’ye çevrilmiş.

Pahalı mahalı hepsini aldıracak bize.

Resmen bağımlılık yaptı.

Geçenlerde aldığım bir kitabının 32 liralık fiyatının üzerine 42 lira yapıştırmışlar.

El insaf be kardeşim.

Dolar 4 lirayken bastığınız kitaba dolar 6-7 lira oldu diye kur farkı koymak Allah’tan reva mıdır?

Zaten millet okumuyor, bir de sizin fiyat politikanız üzerine tuz biber oluyor.

Yangına körükle, benzinle gidiyorsunuz.

40 liralık kitabı 20 lira yapsanız da milleti okumaya teşvik etseniz, okuma oranını yukarılara çekseniz daha iyi değil mi?

Siz de sürümden kazanırsınız, fena mı?

Ayrıca bizim gibi emeklilerin durumu belli.

Ayda bir veya iki kitaba, bir gazeteye nasıl para versin emekli bu şartlarda?

Ben olsam yayınevlerinin yerine özellikle emeklilere ve öğrencilere yönelik indirimli satışlar, kampanyalar düzenlerim.

Milleti düşünen mi var?

Bizimki de laf işte!

Okuyan kişi öğrenen, öğrenen de bilen, soran, sorgulayan demek olacağı için okumayan bir toplum ayrıca siyasetçilerin de işine geliyor tabii.

Allah sonumuzu hayır etsin!

 

NAYLON POŞET

 

Marketlerde aşırı poşet sarfiyatı olduğu ve bunların da çevreyi kirlettiği gerekçesiyle yeni yıldan itibaren başlatılan paralı uygulama başta dar gelirliler olmak üzere birçok kişiyi memnun etmedi.

Poşetler için belirlenen 25 kuruşluk fiyatın 10 kuruşu marketlere, 15 kuruşu da bakanlığa kalıyor.

Bakanlık bu parayı çevreye destek olacak projelere uygulayacakmış.

Çevreye destek olmak için vatandaşın cebinden para almaya gerek yok, bu bir.

Madem naylon poşetin çevreye, doğaya zararı var o zaman sadece marketlerde değil her yerde bunu yasaklarsın ve yerine de bez çanta, file ve kese kâğıdını şart koşarsın olur biter, bu da iki.

Özellikle Amerikan filmlerinde görüyoruz, herkes kucağında kese kâğıdı ile evinin yolunu tutuyor.

Poşet uygulamasına bir şey dediğimiz yok.

Madem zararlı, dibi kökünden kaldıralım.

İtirazımız bunun parasınadır.

Zaten bir sürü vergi var, bir sürü kesinti var.

Başta emekliler olmak üzere birçok insan üç kuruşun hesabını yapıyor.

Herkesin tuzu kuru değil.

Bir şeyi yaparken, zaten zor geçinen vatandaşa ek yük bindirmeden yaparsak daha iyi olur.

 

BU DA BENİM KARNEM

 

Eğitim öğretim yılının ilk devresi geçen Cuma günü tamamlandı.

O gün ben de karne aldım.

Benimkini doktor verdi.

3 ayda bir yaptırdığım diabet ve tiroid kontrolüm vardı.

Notlarım şöyle;

Tiroid testini 2.779 ile geçtim.

Bunun 4.94’e kadar yolu var ve benim not idare ediyor.

Karaciğer iyi görünüyor.

Kolestrol sınırı biraz geçmiş ama ciddi bir durum yok.

Açlık şekeri 109.

70-105 aralığında olması gerekirse de bu da iyi sayılır.

3 ay önce de aynısı idi.

3 aylık şeker ortalaması ki en önemlisi de bu ve bu sefer ki rakam 6,2.

Bu da 4,5 ile 6,5 arasında olacak.

Önceki 5,3 idi.

Biraz yükseliş var ama sınırı geçmediği için o da fena sayılmaz.

Sadece diaformin isimli bir tablet alıyorum, sabah akşam yarım.

O da B12 vitamininin emilimini engelliyor.

Veganlar duymasın, hayvansal gıdalara ağırlık verdim, onu yükselttim.

B12 notum 446.

187-883 arasında olacağı için tam ortada ve şimdilik yeterli.

Bu önemli vitaminden sınıfı geçtik ama D vitaminine gelince takıldık.

Bir diğer önemli vitaminimiz D’den aldığımız not 10,5.

20-50 arası normal kabul ediliyor.

10-19 arası orta derece eksiklik ve benimki bu kategoriye giriyor.

Doktor, yan etkisi böbrek taşı olan damladan yazdı.

Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak var yani.

Kullansan bir türlü kullanmasan bir türlü.

Hep söyler dururum, ilaçlar neden yan etkisiz yapılmaz diye.

Bir taraf düzelirken başka taraflar bozulmasa olmaz mı?

Desenize ilaç sektörü nasıl ayakta duracak?

Bu arada 6 ayda 80’den 64 kiloya düşmüştüm.

Baktım daha da iniyorum hemen frene bastım.

Geçen yılın şubatından bu yana düzenli yaptığım yürüyüşü bir miktar azalttım.

Karbonhidratı kesmiştim, biraz ilave ettim.

Yemeği de hafif artırdım ve 64’den 66’ya, 68’e ve son olarak da şimdi 70’e çıktım.

70’te de frene basmam gerekiyor tabii.

Burada durmalıyım.

Yoksa başa dönmüş oluruz.

Demem o ki, kilo vermek de almak da kendi elimizde.

Yeter ki isteyelim.

 

BELEDİYESPOR OLMALI

Hadi futbolla bitirelim.

20 yıl önce profesyonel lige veda eden, müzmin amatör Bartınspor bu sezon da umutsuz vaka.

Paralar ve emekler yine boşa gidecek, gitti gidiyor.com.

Daha önce de çok söyledim, yazdım, çizdim.

Bartınspor Bartın Belediyespor, belediye başkanı da kulüp başkanı olmalı dedim.

Sakalımız yok ki sözümüz geçsin.

Bakın liglere amatörde, profesyonelde belediyespor dolu.

Öyle çok ki belki de 200 kulüp belediyespor.

Ve bunların çoğu sonradan belediyespor olma.

Yani doğuştan, kuruluştan belediyespor değil.

Olanlar neden belediyespor oldu ise biz de o nedenle olacağız, olmalıyız.

Bu şekilde kulüp daha ciddi bir yönetim anlayışına kavuşacak, daha kurumsal bir yapıya bürünecek, daha güçlü olacak, ayakları yere daha çok basacak, takımın, taraftarın kendisine güveni gelecek.

Kısaca Bartınspor daha bir ciddiyet kazanacak.

Bartın Belediyesi zaten takımın giderlerinin yarısını karşılıyor.

Yani belediye işin içinde.

Bu sayede yarım değil tam işin içinde olmuş olacak.

Yani taşın altına sadece elini değil, kafasını, vücudunu da koymuş olacak.

Belediye Başkanı Cemal Akın, anladığım kadarıyla, yediğimiz goller bana yazılır diye çekiniyor, bu işe sıcak bakmıyor.

Spor bu. Yenmek de var, yenilmek de.

Puanı kazanırsın da, kaybedersin de.

Çekinecek, korkacak bir şey yok.

Belediyesporların çoğu başarılı ve liglerde iyi yerlerde.

Bartınspor’un kurtuluşu da bana göre bunda.

Futbolu amatörde olan sayılı illerden biriyiz.

Çuvallar dolusu paralar harcandı.

Ama ne yapıldıysa olmadı.

20 yıldır olmuyor.

Ve bundan sonra olacağı da şüpheli.

Bu kartı oynamanın zamanı geldi de geçiyor bile.

 

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
hasta
Hasta
Sırası gelen gidiyor
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir